Evimiz Selanik’in Kastra bölgesinde yani tepedeydi. Evden çıktığımızda kendimizi yokuşa bırakıyor ve sağı solu izleyerek kordona geliyorduk. Eski Osmanlı evlerinin olduğu Arnavut kaldırımlı taş sokaklardan yürümek en keyiflisiydi. 1917 yılında çıkan yangında sahilden itibaren tepeye kadar birçok ev yanmış. Yangın, Atatürk’ün evinin oralardayken söndürülmeye başlanmış ve az da olsa geriye iki katlı Osmanlı evlerinden kalmış.
Bizim Yedikule’yi andıran sur içinde kalan o Osmanlı evlerini izlerken insan eskileri düşünmeden edemiyor. Daha yüz sene öncesine kadar orada yaşayan insanların hikâyelerini kafamızda canlandırıyorduk. Yangın çıkmadan önce sahile kadar uzanan Osmanlı evlerinin, şehre nasıl bir görüntü verdiğini merak ediyorduk. Yangından geriye kalan 3-5 Osmanlı evini geçtikten sonra sahile yaklaştığımızı Rotonda adlı yapıt haber veriyordu. Rotanda’dan kısaca bahsetmeden önce hemen köşede bulunan pizzacıdan ince hamurdan yapılmış dilim pizzamızı alalım. Rotonda kilise olarak yapılmış. Daha sonrasında camiye çevrilmiş ve minare eklenmiş. Mübadeleden sonra artık Müslüman kalmayınca cami işlevini yitirmiş ve müzeye çevrilmiş. Ben şu an hangi amaçlarla kullanıldığını yazdım. İlerleyen yazılarımızda Rotonda’nın neden çok önemli olduğunu Uluslararasi İlişkiler Uzmanı Doruk, bize bahsederse öğreneceğiz.
Rotanda’yı dışardan izlerken pizzamız bitmiş oluyor ve biz de kendimizi Kamara’da buluyoruz. Kamara’nın da tarihini Doruk’tan rica ediyoruz ama ben kısaca anlamını söyleyeyim. Türkçe kemer anlamına geliyor ve şehre giriş için kullanılan büyük bir kemer var. Orası şehrin buluşma noktası. Herkes arkadaşını bekliyor, arkadaşıyla buluşan da sahile doğru kendini bırakıyor. Biz de arkadaşlarımızla buluşuyor ve kordon boyu yürümek için sahile doğru eski tarihi kalıntılar arasında yürüyoruz. Neredeyse her gün önünden geçtiğimiz çikolatalı krep dükkânları hiç cazip gelmiyor fakat Selanik’ten ayrılmadan bir gün yiyeceğiz diyoruz. Yanından yürüyerek geçtiğimiz eski kiliseler bir bir eksiliyor ve sonunda masmavi denizi görüyoruz. Caddeye çıktığımızda artık Beyaz Kule de ben buradayım diyor.
Tüm ihtişamıyla önünden geçenleri selamlıyor. Biz de önce limana gidiyor, Beyaz Kule’yi karşıdan görüyor daha sonra Beyaz Kule’ye doğru yavaş yavaş keyifle yürüyoruz. Gün batımını izledikten sonra artık iyice yorgunluk çöküyor üzerimize ve o keyifle indiğimiz yokuş bize eziyet gibi geliyor. Hemen otobüs durağına gidiyor ve Lazaros Amca’yı bekliyoruz. Lazaros Amca, ailesi mübadele sırasında Karadeniz’den göçen bir mübadil torunu. Hep merak ettiği o Karadeniz’e hiç gidememiş. Ama Karadeniz takımlarını çok iyi tanıyor. Her otobüse bindiğimizde bizden iddaa oynamak için tüyolar istiyordu bazen de oralarda nelerin var olduğunu merakla soruyordu. Ailesi tarafından söylenen veya televizyondan gördüğü tarihi yapıtların hala olup olmadığını teyit ettiriyordu. Lazaros Amca ile keyifli sohbetimiz Agios Pavlos durağına geldiğimizde bitmek zorunda kalıyordu fakat Lazaros Amca buna izin vermiyordu. O bildiği üç beş kelime Türkçe’yi bizim ile konuşabilmek için ‘ iki durak daha gelin dönüşte inersiniz’ diyordu. Biz işimiz olmadığında onu kırmayıp iki durak daha yukarı çıkıyor tekrar aşağı gelirken iniyorduk. Bazen de ne yalan söyleyelim yorgun olduğumuzda ve işimiz olduğunda telefonla konuşur gibi yapıp iniyorduk hemen. İtiraf edeyim bir kez Lazaros Amca’ nın otobüsü gelirken onu fark edip arka kapıdan binmiştim. Keyifli sohbetlerimizin olduğu Lazaros Amca, on ay boyunca bize çok iyi davranmıştı. İnşallah o da Aleksandra Teyze gibi ölmeden son bir kez bu topraklara gelebilir.